Bu ülkede yaşayan insanların en büyük zaaflarından birisi, hiç kuşkusuz, hafızalarının pek zayıf olmasıdır. En ciddi olayları bile çok kısa sürede unuturuz. Malum, 21 Ekim 2024 günü Nurculuk akımının en ciddi kolu olan Gülen Cemaati’nin lideri Fetullah Gülen öldü. Bu cemaat nedir, neyi amaçlamıştır, tarihsel süreç içerisinde nereden nerelere savrulmuştur, kimlerin koruması altında gelişmiştir, bunlar hakkında yüzlerce yayın yapıldı ve zaman içerisinde daha niceleri yazılacak. Ama başlamadan kanaatimi söyleyeyim, Fetullah Gülen ve onun adını taşıyan Gülen Cemaati, Nurculuk akımının bir varyasyonu olarak Türkiye tarihine damgasını vurmuştur, bunu da not edelim.
Geçen günlerde yazdığım yazılardan birisinde Müslüman Türkiye’nin islamize edilmesi kararının 1960’ların ortalarında bir devlet kararı olarak alındığını söylemiştim. Ve elbette böyle büyük ve kapsamlı bir streteji içinde çok başarılı genç bir vaiz olan Fetullah Gülen’e de rol verilmesi gerekirdi, verildiğini görüyoruz.
1980’lere kadar pek göze batmadan kendi cemaatini oluşturmakla geçirdi günlerini. Daha ziyade devletin ve askeri bürokrasinin koruması altındaydı bu günlerde. O dönem İslamcı cenahta Erbakan popülerdi ve Fetullah Gülen ile Erbakan’ın yıldızı hiçbir zaman barışmadı. Her ikisi de başından itibaren birbirlerine siyaseten hep uzak durdular. Diyebilirim ki belki de Türkiye siyasetinde Fetullah Gülen ekibi ile iş tutmayan tek siyasi hareket Milli Görüş hareketi ve lideri Erbakan oldu.
12 Eylül 1980 darbesini en aktif destekleyenlerden birisi de Fetullah Gülen’di. 12 Eylülcüler tam anlamıyla “Müslüman” bir Türkiye yaratmaya kararlıydılar, demek ki evveliyatında Müslüman değildi. Bütün tarikat ve cemaatlerin olduğu gibi, Gülen cemaatinin de önü açılmaya başladı, çünkü tanrı bütün cemaat liderlerine “yürü ya kulum” demişti, yürüdüler. 1990’lara geldiğimizde hem ekonomik, hem medya gücü hem de siyasi olarak artık kayda değer bir Gülen cemaatinden söz edilebiliyordu.
28 Şubat sürecinde askerlere en büyük desteği veren islami cemaat Gülenciler’di. Laikliği ve Cumhuriyeti kurtarmak(!) için sahneye çıkan askerler İslamcı Erbakan’ı tepelerken, yanlarında başka bir İslamcı cemaat lideri olarak Gülen duruyordu. Tam bir tiyatro, tam bir trajedi.
Ve 1999 seçimlerinde Fetullah Gülen açıkça Bülent Ecevit’in DSP’sini destekledi. Bu yolla da hem siyasete hem de devlete kendisine bağlı kadroları yerleştirmeye başladı. Benim bildiğim kadarıyla 2002 seçimlerinde Ak Parti’ye oy vermedi Gülen cemaati. Ama 2007 seçimlerine gidilirken AKP-Gülen cemaati koalisyonu kurulmuştu. Bu koalisyonda “altın hisseyi” Gülen aldı, emniyet ve yargıya hızla kendi kadrolarını yerleştirmeye başladı. Ergenekon davaları bu süreçte ortaya çıktı. 2010 referandumunda ise, “ölüler bile oy kullanmalı” diyerek çağrı yaptı.
Fetullah Gülen cemaati 2012 yılına gelindiğinde o kadar çok güçlenmişti ki, artık Erdoğan’ı indirmek gerektiğine karar verdi ve resmen iktidara savaş açtı. Bilhassa 2013 yılında patlayan 17/24 yolsuzluk operasyonu sürecinde kavganın dozu çok yükseldi. Hemen her gün medyada “Erdoğan kaçacak”, “helikopreti hazır”, “gideceği ülke bile belli” şeklinde açıklamalar yaptırılıyordu. Bariz bir şekilde görülüyordu ki Fetullah Gülen Cemaati ile İktidar arasında amansız bir savaş başlamıştı.
2016 yılına geldiğimizde ise, artık Gülen cemaatinin yapabileceği tek şey kalmıştı, zor kullanmak! Ve 15 Temmuz 2016’da bir askeri darbe girişiminde bulundu, ama başarısız oldu. Bu sonuç artık Fetullah Gülen ve cemaati için sonun başlangıcı idi.
Sürecin bundan sonrası ise zaten biliniyor, uzatmaya lüzum yok. Ama bitirirken şu kadarını söyleyeyim; muhtemelen başından beri bir ABD-CIA-İsrail projesi olarak sahaya sürülen Fetullah Gülen, devletin ve siyasetin gölgesi ve koruması altında gelişti. Bu nedenle çok fazla büyüdü, büyütüldü. Fetullah Gülen cemaati konusunda sadece Ak Parti’yi suçlamak haksızlık olur. Evet, en çok bu dönemde büyüdü ve güçlendi, bu doğru. Ama işin esasına baktığımızda Fetullah Gülen’in bir devlet-sistem projesi olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız.
Umarım devlet, bu tür yapıların önünü açmakla çok büyük bir hata yaptığını anlamış ve kabul etmiştir.
Umarım halkımız, her Müslümanım diyen hocanın yahut şeyhin arkasına düşmemek gerektiğini anlamıştır.
Dilerim ki tüm Türkiye bu vesileyle laik bir cumhuriyetin ne denli kıymetli ve vazgeçilmez olduğunu bir kez daha görebilmiştir.
Ve umarım siyaset kurumu cemaat liderleriyle ortak iş yapmanın ne büyük bedelleri olduğunu kavramıştır.
Ne diyelim, “bu da bize ders olsun!”